1 dakika okundu
28 Jul
28Jul

Yaşadığımız yüzyılın en sık kullanılan kelimelerinden biri “değişim” oldu. Onu gerçekleştirmek ve ona ayak uydurmak sağlıklı oluşun; ona direnmek ve olanı korumak isteği ise yetersizliğin, katılığın ölçütlerinden biri haline geldi.

Yorgun, belki de zaman zaman umutsuz bir halde değişimin hızından ve gittiği yönün öngörülememesinden şikâyetçiyiz.

Çoklu gerçekliğin tüm çıplaklığıyla ortada olduğu bu dönemde doğruyu ve gerçeği el yordamıyla bulmaya çalışırken sahip olduğumuz değerlerin norm dışı kalışını hayretler içinde yaşantılıyoruz. İçsel dinginliği ve dengeyi sağlamışken, kendimizi emanet ettiğimiz dünyada, insanlarda, ilişkilerde, gündemde meydana gelen öngöremediğimiz değişimin neresine uyum sağlayacağımız, neresinde içsel sınırlarımızı güçlendirip ona direneceğimiz konusunda zorluk çekiyoruz.

Dünyanın her şeyin basit ve de donuk olduğu, zamanın akmadığı bir dilimden, değişimin öngörülemez bir hızla koştuğu, bizim de delice yetişmeye çalıştığımız bir dilime geçtiğine ilişkin algımız bizi yanıltmasın. Daha geniş açıdan baktığımızda, insanın var oluşundan itibaren en çok ayağına dolanan durumun değişim olduğunu görürüz. Hızı, her dönem baş döndürücü olarak algılandı ve aynı nehirde yalnızca bir kez yıkanılabildi. Her şeyin akışta olup dönüştüğü dünya denen bu kaosun içinde devamlılığı ve bütünlüğümüzü korumak için neye güvenip, neyi kontrol edebileceğimiz ve de neyi umabileceğimiz soruları gündemde bir numarada kalırken bu sorulara cevap vermek de yaşamın ta kendisi haline geldi.

-------------------------------------------------------------------------------------

Yaşamdan kendi içinde ve dışında, içiyle dışı arasında uyumu ve dengeyi sağlamayı başaran varlıkların büyük pay aldığını göz önünde bulundurursak, insan canlısının bu konuda oldukça yetenekli olduğunu görürüz.

Diğer canlılardan farklı olarak sadece insan, dış dünyadaki karmaşayla uyum içinde ilerlemek için iç dünyasını düzenleme potansiyeli ile doğar.

Hiçbir savunma aracı olmadan dünyaya gelen insanoğlunun en kıymetli donanımı olan zihni adeta bir kayıt cihazı işlevi görür. Bu donanım dış dünyadan hayatta kalmasına yarayacak olan bilgileri (dünyanın ihtiyaçlarına karşılık veren, güvenli bir yer olup olmadığı, sevgi ve ilgiye layık olup olmadığı, hangi şartlarda kabul ve onay göreceği, nasıl bir insan olur ya da nasıl ilişkiler kurarsa hayatta kalıp yaşamını inşa edebileceği, hangi ilişki aralığında varlığını idame ettirebileceği gibi hayati bilgileri) toplar, bunlarla kendisine değişmez, sağlam bir zemin inşa eder. Hayatta kaldıkça deneyimlediği her yaşantı bu zemin üzerine inşa edilir. İçinde dış dünyada meydana gelen değişimden en az şekilde etkilenecek, güvenli, sağlam binaların olduğu koca koca şehirlerin, ülkelerin olduğu bir dünya, kaostan çıkarılmış düzenli bir kosmos yaratır. İsteyerek ya da istemeyerek dünya denen bu kaosun hangi parçalarını deneyimleme fırsatı olmuşsa; hayatta kalmak ve güvende olmak için elindekilerle kurar içindeki dünyayı. İşte tam da bu sebeple içinde, gerçeğinde yıkılmış binalar, cesedi çoktan çürümüş yaşayan insanlar, izi silinmiş; ötekisi kayıplara karışmış canlı ilişki hatlarını barındırır.

İnsan canlısı dev binalar yaratır içinde ve her tuğlasında annesinin bir bakışı, sesinin tonu, onu kavrayışından tutun, ne yaptığında takdir edildiği, ne yaparsa fark edilip sevildiğine ilişkin anıları, emeği, ders çıkarmaları, neşesi, pişmanlığı, öfkesi bulunur. Üst üste uyumla inşa eder yapılarını, bölge bölge oluşturur kosmosunu. Sokakları bildik, insanları tanıdıktır. Tanıdığı insanların anlık ifadeleri karakterleri olarak belirlenmiş, soluklanmaktadır onunla birlikte. Bazı bölgeleri düzenli bir müze gibiyken bazı bölgelerine dar sokaklardan geçilir ve kokuşmuş çöplüklere ulaşılır.

--------------------------------------------------------------------------------------


Dünyamız dev bir mağaza. Bazen yansıtma, bazen bastırma bazen de inkâr pazarlıklarıyla yaptığımız alışverişlerin sonunda elde ettiğimiz her bir tuğla -bir fırtına ya da depremle dünyamızın alt üst olmasını önlemek için- sağlamlaştırır içimizdeki kurumları.

Bunun için ne kadar sıkışık, çarpık, alt yapısı bozuk da olsa kendimizi korumak için ilmek ilmek ördüğümüz bu yapıları terk etmek, ıssız sokaklarda yolumuzu kaybedip her türlü tehlikeye açık hale gelmek demektir ki bunu da en iyi “dünyası başına yıkılanlar” anlarlar sanırım. İç dünyamızda değişim demek, merkezinin içimizde olduğu bir depreme maruz kalmak, enkazdan sağ çıkıp yeni bir inşa sürecine girmek demektir.

Bunun için isteriz ki dış dünya hep doğrulasın içimizi, sonuçlar hep karşılasın beklenti denen nöbetçileri. Bundandır;

Yepyeni umutlarla başladığımız ilişkilerde aynı kişilikleri farklı bedenlerde yakalayışımız,

İsimler değişse de aynı ilişki döngüsünde kendimizi boğulurken buluşumuz,

Aksi onlarca kez gözümüze sokulmuş olsa da bile isteye kendimizi bölüp dağıtacak seçeneklerin peşinden koşuşumuz.

Tanıdık ve öngörülebilir acıları tekrar yaşamak, bilinmeyen bir yolculuğa çıkmaktan daha zahmetsiz ve güvenlidir. "Sevilmeye layık olmadığımız” binaları içimizde yükselmişken, bizi sevemeyecek kişileri seçerek, sevenleri de manipüle edip kendimizden iterek, sevilmemenin mutsuzluğuna rağmen bunu öngörebilmenin haklı gururuyla otururuz duvarlarımız arasında. “İlişkilerimin devamı ötekini memnun etmemden geçer, beni ancak böyle severler” betonu ile döşenmiş yollar varsa içimizde; önemsenmediğimiz ilişkiler içinde ikinci planda kalmanın tanıdık ve güvenli öfkesi içinde arşınlarız sokaklarımızı.

Üstelik "Sen çok değiştin" in serzeniş olarak yerini aldığı ilişkilerle çevriliyken etrafımız; içimizdeki o dev binaların temelinin yanlış atıldığını fark etmek sokağa atılma korkumuzla yüz yüze getirir bizi.

Biraz da kendi ördüğü surların içinde mahsur kalmanın güvenli ve gönüllü tutsaklığından yakınmaktır yaşamak ve insan olmak.

-------------------------------------------------------------------------------------


Oysa ondan koptuğumuz ya da saptığımız tartışmalarını bir yana bıraktığımızda tüm çıplaklığıyla görürüz ki bu çılgın sevgili dünyamızın, evrenimizin birer parçasıyız. Her hücremiz, içimizdeki her yaşam kıpırtısı onun tüm içeriğini taşır. Büyük kaosun küçük kaoslarıyken donmamız mümkün değildir.

İrade dışı olan her şeyimiz değişiyor; ellerimiz, yürüyüşümüz, kalp atış hızımız değişiyor. Sadece beden mi, her hatırlayışımızda anılarımız yeniden yazılıyor, biz dondu sanırken sinsice duygu durumumuza göre güncelleniyor.

Öyleyse dışımızdaki evrime uyum sağlamak, içimizdeki evrime sahip çıkmak, uymayan parçaları değiştirmek, boyamak, tamir etmek, bazen temelden yıkıp yeni binalar yapmak insan olmanın ve de yaşama tutunmanın gereği.

Her birimiz -istisnasız var olan ve de var olmuş olan her birimiz- doğduğumuz andan itibaren yoğun bir iş yükünün altında ağır işçi olarak kadroya alındık. Her birimiz -adına ister kavram oluşturma, ister öğrenme, ister soyutlama ister sosyalleşme deyin- dünya denen kaostan kopardığımız yükleri sırtlayıp, içimizdeki boşlukta sadece bize özel olan bir kosmos yaratıyoruz. Dur durak yok, hiçbirimizin hayatı kolay değil ve kolay da olmayacak. Dünya değiştikçe; kaos ufukta göründükçe kendi kosmosumuzu yeniden ve yeniden gözden geçireceğiz.

Yaşamımızı yeşertmek, içimizdeki müzeleri şantiye alanına çevirmek için; değişime ilişkin kapılarımızı aralık bırakmak, deneyimlerimizi çeşitlendirmek, tek kişi üzerine tüm dünyamızı kurmamak, öğrenmek, sorgulamak, başka türlü de olabileceğine ve yaşanabileceğine ihtimal vermek, güvende olmanın her zaman sağlıklı olmak anlamına gelmediğini kavramak ve bunları yapmanın zor olduğu yerde işinin ehli bir terapistle ıssız sokaklarımızı dolaşmak en iyi yol...

Yolculuk bizi bekler...

Sağlıkla...


Psikolog Gülşah Öncü
Temmuz 2020, Zonguldak

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.