Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz
Biçim veremediğimiz şeylerin
Biçimini alıyoruz.
Şükrü Erbaş
Bu haftaki yazıya İkinci Dünya Savaşı sonlarından başlayalım…
Tarih 31 Mayıs 1962’yi gösterdiğinde Kudüs’te yaklaşık iki yıldır devam etmekte olan yargılama süreci sonucunda çıkan karar gereği Adolf Eichmann İkinci Dünya Savaşı sürecinde iki milyondan fazla Yahudinin toplama ve ölüm kamplarına gönderilme işini organize ederek ölümlerine sebep olmaktan dolayı idam cezasına çarptırıldı ve külleri Akdeniz’e savruldu.
Hannah Arent, “Kötülüğün Sıradanlığı” isimli kitabında, Almanyalı muhasebeci bir babanın geçindirdiği beş çocuklu sıradan bir ailenin sıradan bir yaşama sahip çocuğu olan Adolf Eichmann’ın Nasyonal Sosyalist Parti’ye katılışı ve SS’e girişinin ardından Yahudilerin tehciri, yerleştirilmesi, toplama ve ölüm kamplarına gönderilmesi sürecinde etkin görev alması, savaş sonunda sahte kimlikle yaşamına devam ederken yakalanıp Kudüs’te yargılanarak idam edilmesine kadar tüm olayları ayrıntılı bir şekilde anlatır.
İnsanlık adına utanarak andığımız bu soykırım dramına herhangi bir şekilde katkısı olanları vicdansızlıkla suçladığımız bir yerde Eichmann için, “kendisine verilen emri (milyonlarca kadın, erkek ve çocuğu büyük bir şevk ve kılı kırk yaran bir titizlikle ölüme yollama emri) yerine getirmediği takdirde asıl vicdan azabı yaşayacağı gerçeği”, üzerinde durulması gereken bir nokta.
Yargılama sürecinde iddia makamının sık sık “canavar” olarak adlandırdığı Adolf Eichmann için yarım düzine psikiyatrist "normal" raporu vermişti. İçlerinden biri "benden -onu muayene ettikten sonraki halimden- her halükârda daha normal" demişti; bir diğeriyse genel itibarıyla eşine ve çocuklarına, annesine ve babasına, kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı tavrının "normal” olduğunu, hatta “insanların çok hoşuna gittiğini” söylemişti. İşin daha da kötüsü, Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret ettiği, fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan da yoktu. Hiçbir zaman "kişisel olarak" Yahudilerle bir alıp veremediği olmamıştı; aksine, Yahudilerden nefret etmemek için bir sürü özel nedeni vardı.
Eichmann savunmasında sık sık Yahudileri imkanı dahilinde kolladığını ve denetlediği toplama kamplarındaki karşılaştığı görüntülerden rahatsızlık yaşadığını belirtti. Ancak kendisinin yalnızca emirleri yerine getirdiğini, bu sonuçtan yalnızca yöneticilerin ve emirleri verenlerin sorumlu tutulabileceğini her defasında ekledi. Polis soruşturması sırasında, görevi gerektirdiği ve emir verildiği takdirde, babasını bile ölüme göndermekten çekinmeyeceğini söylerken demek istediği tam tamına buydu.
“Ben yalnızca görevimi yerine getirdim” ya da “bana verilen emir bu şekildeydi, sorumluluk bana ait değildi” savunması sahip olduğu insani değerler ile milyonlarca kadın, erkek ve çocuğu ölüme göndermedeki içsel motivasyon arasındaki çatışmayı uzlaştırabilir mi?
Sorumluluğu alan bir otorite olduğunda insan o güne kadar savunduğu değerlerin tersine bir davranışta bulunabilir mi?
Daha farklı bir şekilde soracak olursak, ortalama bir insan kendisine talimat verildiğinde tanımadığı bir kişiye ruhi ve bedeni olarak işkence ederek onu öldürebilir mi?
Bu sorular, davanın başlamasıyla birlikte Yale Üniversitesi sosyal psikoloğu Stanley Milgram’ın kafasında dolaşmaya başladı. Alman vatandaşlarının, milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına gönderilmesi için verilen emirlere neden itaat ettiklerini merak etti. Acaba Amerika vatandaşları da aynı durumda olsalar itaat ederler miydi?
Bu sorulara cevap verecek bir deneyi düzenlemek için kolları sıvadı. Günümüze kadar farklı ülke ve kültürlerde benzerleri tekrarlanan, sosyal psikolojinin kilometre taşlarından biri haline gelen meşhur “Milgram’ın İtaat Deneyi”nin senaryosunu oluşturdu. (Deneyin ayrıntıları için “Kafası Güzel Filler ve En Acayip Deneyler kitabına başvurabilir ya da Yard.Doç.Dr. Ülker Yükselbaba’nın “Milgram Deneyi: Otorite ve İtaate Dair” isimli makalesini inceleyebilirsiniz.)
Okunduğunda anlaşılır olabilmesi için defalarca yazıp sildiğim deney yaklaşık şu şekilde gerçekleşecekti:
Gazeteye Yale Üniversitesi bünyesinde yapılan bir araştırma için denekler arandığına ilişkin ilan verilecek. Gelen her deneğe, deneyi yarım bıraksalar dahi ücretlerinin ödeneceği belirtilecek.
Aktörlerden biri profesör rolünü oynarken diğer aktör diğer denek rolünde olacak.
Profesör kura ile deneklere öğretmen ya da öğrenci rollerini verecek (kura hileli olacak ve her defasında deneklere öğretmen rolü çıkacak).
Profesör “cezanın öğrenme üzerindeki etkisi”ni araştırdıklarını belirtecek, bu sebeple öğrenciden kendisine okunan kelime çiftlerini yanlışsız tekrar etmesini, öğretmenden de verilen her yanlış ve sessiz kalınan cevaba karşılık öğrenciye 15’er volt artan şiddette elektrik şoku vermesini isteyecek.
Öğrenci bir paravanın arkasındaki sandalyeye oturtulacak, koluna elektrik şokunu ileten bant bağlanacak, öğretmene ise verdiği elektriğin etkisini tahmin etmesi amacıyla 45 voltluk bir elektrik şoku verilecek.
Öğretmen kelime çiftlerini okumaya başlayacak ve cevabı bekleyecek: Öğrenci başlarda doğru cevap verirken zorluk arttıkça cevaplarında yanlışlıklar artacak, her yanlış cevapta öğretmen verdiği şokun şiddetini 15 volt artıracak (tabii ki gerçekte içerdeki aktöre elektrik verilmeyecek).
Öğretmen 75 voltluk şalteri kaldırdığında öğrenci paravanın arkasından duyulabilen tuhaf bir "Ofl" sesi çıkaracak, 125 voltta öğrencinin tepkisi daha gerçekçi hale gelecek, “Bu canımı çok yakıyor" diye bağıracak, 180 voltta “Dayanamıyorum artık, kesin sunu!” diyerek inleyecek, 195 voltta kalp rahatsızlığını hatırlatarak, deneyin durdurulmasını isteyecek. 285 voltta acı çığlıklar atacak. 315’te ise sorulara yanıt vermeyi reddedecek. Ve bir daha ses çıkmayacak. Sessizlik de yanlış cevap sayılacağı için ses gelmedikçe 450 volta kadar şokun şiddeti öğretmen tarafından artırılacak.
Öğretmen (denek) tarafından şokun şiddeti 450 volta kadar (ölümcül bir şiddet) yükseltildiğinde deney bitirilecek.
Gazeteye ilan verildi, her meslek, eğitim ve yaş seviyesinden 40 erkek denek teker teker deney ortamına alındı. Süreç tamamlandı.
Sonuçlar üzücü hatta dehşet verici idi.
Deney sonucunda 40 denekten 26’sının (yani %65’inin), vicdanlarıyla çatışmalarına rağmen en yüksek volt olan 450’yi uyguladıkları görüldü. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt öncesi durmadı. (Bu voltaja kadar öğrencinin çığlıklar attığı ve kalp rahatsızlığını vurguladığını göz önünde tutalım.)
Milgram başlangıçta Almanların itaat konusunda uç noktada olduklarına ilişkin bir sonuç çıkacağını öngörüyordu. Deney sonrası yorumu “Bu deneyler sonucunda oluşan ve şekillenen sezgilerime göre, Nazi Almanyası'nda gördüğümüz türde ölüm kampları ABD'ye kurulsa, orta ölçekli bir Amerikan kasabasından bile yeterli personeli çıkarabilirsiniz,” oldu.
Peki katılımcılar bu voltaja gözlerini kırpmadan mı ulaştılar? Hayır. Birçoğunda terleme, titreme, kasılmalar ve kekeleme görüldü. Milgram’ın gözlemine göre, “denekler deney ortamından kaçıp kurtulmak istemelerine rağmen, bunu gerçekleştirecek beceri ve iç kaynaklara sahip değildiler. Bu sebeple de otorite karşısında itaat ettiler”.
Deney birçok kültürde benzer senaryolar ile erkek ve kadın katılımcılarla tekrarlandı ancak sonuçlar anlamlı bir şekilde değişmedi. Bununla birlikte “itaat davranışının işkence boyutuna varmasını anlaşılır kılan” birçok açıklama beraberinde geldi:
Sonuçta katılımcılar bizim gibi sıradan insanlardı ve de bizim gibi –Eichmann gibi- sıradan itaat davranışı gösterdiler.
Sonuçların bizi şaşırtmasının şaşırtıcı olduğu bir noktada, süreci anlamak için fail koltuğuna oturup otorite-itaat ilişkimizi görünür hale getirecek bir yol izlemeli. Çünkü hepimiz, adına toplumsallaşma denilen kendimize yabancılaştırılıp otorite tarafından birer araca dönüştürüldüğümüz bir sürecin sakatlanmış kurbanlarıyız. Ve bunun nerede ve nasıl başımıza geldiğini öğrenmeye ihtiyacımız var.
***
Hitler’in “Her çocuk bir savaştır” cümlesi, otorite için en verimli dostun ve en tehlikeli düşmanın çocuğun doğası olduğunu gözler önüne serer. Otoritenin amacı, çocuğun içindeki merak, sorgulama, hayal kurma, anlama, seçme ve kendi dünyasını inşa etme potansiyelini törpüleyerek, kendi gücünü onaylayan ve gerektiğinde araç olarak kullanabileceği kalabalıklar yetiştirmektir.
Bunun için de sinsi sinsi yerleşir yaşamımıza otorite ya da biz anne karnından onun kucağına düşeriz. Dolayısıyla çaresizlik, bireyin hissettiği ilk duygulardan, bu çaresizliği yaşatan otoriteye itaat ise öğrendiği ilk davranışlardandır. Yaşattığı duygu ve ortaya çıkardığı davranış benzer olsa da otorite hep şekil ve tavır değiştirir. İlk kez anne ve baba aracılığıyla yüzünü gösterir. İsminin konulduğunda bile bebeğe büyürken kendisinden neler beklendiği ve bu uğurda başına nelerin geleceği aşağı yukarı bellidir. Ardından uyku - beslenme miktarının ve periyodunun bebeğin ihtiyacının gözetilmeden ayarlanması, uyku eğitimi ya da şımartmama adı altında iliklerine kadar çaresiz ve yetersiz hissettirilmesi, bebeğin isyan-çaresizlik kısır döngüsünden itaat ederek kurtulmasıyla son bulur.
Bu döngü çocukluk döneminin her aşamasında ve alanında anne babanın ilgi ve sevgisinin bir göstergesi olarak tekrarlanır. Onların kafalarındaki ideal çocuk gibi davrandığında (kendi ağız tadı ve açlık tokluk durumunu gözetmeyip anne babasının uygun gördüğü lezzetteki yemekleri, onların uygun gördüğü miktarda yediğinde, vermek istemediği en kıymetli oyuncağını paylaşma adı altında başka bir çocuğun insafına görünürde isteyerek bıraktığında, müteşekkir olup olmadığına bakmadan teşekkür ettiğinde, kendi duygusunu kontrol etmeden, kendi duygusuna rağmen anne babanın istediği davranışı sergilediğinde) sevgi, bakım ve onay alır. Anne babanın kafasındaki ideal çocuk yerine çocuk ne zaman kendini seçse, kendi gibi davransa sevgi ve ilgiden mahrum bırakılma, terk edilme tehdidiyle karşılaşır, kötü ve değersiz olduğuna ilişkin geri bildirimler verilerek cesareti kırılır, kendisinden uzaklaşır. Kendinden uzaklaşıp evdeki otoriteye itaat ettiğinde içindeki öfkeyle birlikte görünürde yaşamı kolaylaşır; otoriteye itaat ettiği oranda ilgi ve sevgiye layık, başarılı, örnek bir çocuk olur.
Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı kitabında “bu sürecin yetişkinin kendi öz değerini artırmak için çocuğun bağımlılığından faydalanmasına elveren toplumsal bir çerçeve içine oturtulduğunu” söyler. “Bu durum, çocuğun, kendisine bakan yetişkinle yaşamsal önemi olan bir bağı koruyabilmek için kendi duygu ve algılarına aniden sırt çevirmesine yol açar. Çocuk bunu, yetişkinin beklentilerine bütünüyle boyun eğerek yapar. Çocuk, kendisini, bedensel ve ahlaki bakımdan güçsüz hisseder; kişiliği, sırf zihinsel planda bile olsa, karşı çıkmasına yetemeyecek kadar dayanıksızdır. Yetişkinlerin baskın gücü ve otoritesi çocuğu dilsizleştirir; duyularını neredeyse yağmalar. Ancak aynı korku, uç noktaya vardığında, çocuğu otomatik olarak saldırganın iradesine boyun eğmeye, her isteğini tahmin etmeye ve izlemeye, kendisini tamamen unutmaya ve saldırganla tümüyle özdeşleşmeye iter.”
Çocuk kendinden olanı ayıklaya ayıklaya; ayıklanan yerlere anne babanın bilinçaltını koya koya ilerler. Sonuçta otoritenin kurallarına göre oynamayı –itaat etmeyi- ve kazanmayı(!) öğrenir.
Ev içinde bol bol yaşam provası yaptırılan; ardından ailenin reklam yüzü olarak dış dünyaya gönderilen çocuğun dramı öğrenci servisinde, kreşte ve de okulda devam eder. En ideal öğrenci dersi sessizlikle dinleyen ve öğretmenin otoritesine yormadan, kendiliğinden uyum sağlayan, ders kitaplarındaki bilgileri ezberleyip çoktan seçmeli sorularda görece yüksek skor çıkaran, puanına göre dönemin gözde ve çok para getiren mesleklerini otorite figürlerine danışarak -sözde- seçen öğrencidir. Arada isyana yönelse, ileride kendi istediği hayatı yaşayacağına ilişkin umut aşılanır. Okulu bitirdiğinde –tam da istenildiği gibi- yaşamının kontrolünü eline aldığının yanılsaması ile yoluna devam eder. Elde ettiği işi ve işindeki konumunu kaybetme korkusuyla çalışanı olduğu işvereninin otoritesi altında bir araca dönüşerek kendini unutur.
Toplum denen sinsi otoritenin onayladığı bir evlilik ve sahip olduğu çocukları ile sözde kendi hayatını yaşar ve her günün sonunda bu yaşamı ona sağladığı için anne babasından başlayıp yaşamına yön vermiş ve her defasında kendisi ile duygularının/ihtiyaçlarının arasına mesafe koydurmuş tüm otorite figürlerine şükranlarını sunar. Oysa Laing’in gözünden ruhen sakatlanmış bir insanın kaybettiklerine ilişkin yaktığı ağıttır bu teselli: “İnsanlar fırsatlarının onları getireceği noktaya değil toplumun onları bıraktığı noktaya gelirler; yüce gönüllülük duyguları dünyayla olan etkileşimimiz için üstümüzde daha iyi dursun diye büzülmüş ve kesilip biçilmiştir. Tıpkı dilencilerin çocuklarını gelecekteki durumlarına uydurmak için onlara zarar verip sakatlamaları gibi...”
İnisiyatif almadan iş yapmanın, seçim zorluğu yaşamadan verilen kararları uygulamanın, risk almadan bol başarı ve aferin elde edip kariyer basamaklarını hızlı çıkarak güç elde etmenin faturası, hakim gerçekliği kendi yararına kullanan, kendi doğrularını hakikatmiş gibi sunan kurumların/kişilerin peşine takılmanın pişmanlıklarıyla taksit taksit ödenir.
Körü körüne itaat ile otoritenin insafına kalan birey suç makinasına dönüşebileceği gibi bir toplum tarafından itaat edilen otorite de başka bir toplumu ortadan kaldırabilir.
Kendi seçimlerine, ihtiyaçlarına, duygularına yabancılaşan, içinde bir öteki barındırdığı için yıkıcı bir öfkeye sahip olan insan, şartlar uygun olduğunda bu öfkeyi çocuğuna, eşine, kendisinden hizmet alan kitleye, hayvanlara ve doğaya karşı acımasızca yansıtır.
Laing’in Yaşantının Politikası’nda belirttiği gibi. “Potansiyel olarak bir insanız ancak kendimize yabancılaşmış bir haldeyiz ve bu hal basit bir şekilde açıklanabilecek doğal bir sistem değil. Kaderimiz olarak belirlenen yabancılaşma, insanın insana uyguladığı acımasız bir zorbalıkla sağlanmakta.” Fark etmeden bu zorbalığa her gün maruz kalıyor ve onun bir parçası olarak hepimiz birer zorba haline geliyoruz.
Eichmann’ın görevini yaparken duyduğu hazzı ya da Milgram’ın deneklerinin direktifleri yerine getirirken içlerini kavuran çatışmayı hemen her gün yaşıyoruz. Hepimiz otoritenin görünmez mağdurları ve evlerimize kadar uzanan kollarıyız.
***
Sezdirmeden başlayan bu sürecin kurbanı olmaktan ve yeni kurbanlar vermekten kendimizi nasıl kurtarırız?
Herkese uygun tek bir formül sunmak ve bunun gerçekçi olmasını beklemek otoriter bir tutum olur sanırım.
Herkesin kendi yolculuğunu anlayıp farklı bir yol çizmesi gereken bu noktada benim yolculuğuma Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” yazısı ışık tutuyor. Küçük bir kısmını sizinle de paylaşmak isterim:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.
Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.
… Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir.”
“Sapare Aude! Aklını kullanma cesaretini göster!”
Cesaretle…
Psikolog Gülşah Öncü
Zonguldak, Ağustos 2020