Platon’un Devlet’inin Yedinci Kitabında hepimizin Platon’a dair bildiğimiz Mağara Metaforu yer alır. Platon’un İdealar Dünyası bu metaforla hafızalarımızda yer etmiştir:
“İnsanları yerin altındaki, mağaraya benzer bir mekânın içinde canlandır. Bu mekânın, ışığın geldiği yönde, geniş bir ağzı bulunmaktadır. Bu mağaranın içinde insanlar, çocukluktan itibaren orada yaşamak mecburiyetinde kalmış ve sadece karşılarına bakabilecekleri, ama zincirlerden ötürü başlarını çeviremeyecekleri şekilde boyunlarından ve bacaklarından zincirlenmiş halde yaşamaktadırlar. Arkalarından bir ateşin ışığı parlamaktadır; tıpkı kukla oynatanların seyircinin önüne çekmiş oldukları perdeye benzeyen alçak bir duvar düşün. Bu duvarda insanlar, insanların ve başka yaratıkların heykellerini taşıyarak geçsinler ve yer yer konuşup, yer yer sussunlar. Görünenler ve duyulanlar mağaradakiler için çok ilginç: ‘Bizlere benziyorlar!’ Çünkü başlangıçtan kendi gölgelerinden ve öteki şeylerin gölgelerinden başka bir şey görmüyorlar, anlıyor musun? Bu zincirlenmiş insanlar kendi aralarında konuşabilecek olsalar, gördükleri gölgelerden söz ederken, gerçek nesnelerden söz ettiklerini sanacaklar, seslerin önlerindeki gölgelerden gelmiş olacağını düşünecekler. Gölgelerden başka hiçbir şeyi gerçek yerine koymayacaklar.
Şimdi artık nasıl olmuş olursa olsun, aralarından biri zincirleri çözülüp ışığa bakmaya mecbur tutulduğunda ne yapar sanıyorsun?”
İdealar Dünyası Platon’un kastettiği şekliyle hakikatin neresine denk gelir bilemiyorum ama bu diyaloğa ne zaman denk gelsem bizim hikayemizi anlatır gibi gelir bana:
İçimizde binlerce renk ve potansiyelle bir bebek canlısı olarak, aile dediğimiz mağarada gözlerimizi açtığımızda gerçekten ellerimiz, kollarımız ve başımız bağlıdır. Yetiştiricilerimizin ve çevremizin bize gerçeklik diye sundukları gölgelerle kendimizi ve dünyamızı ete kemiğe bürünmüş olarak inşa ederiz.
Dünyamız gölgelerin tanımladığı kadarıyla güvenli, merak uyandıran, tehlikelerle dolu, sömürücü, destekleyici, yok edici, üstümüze gelen, yükümüzü alan olarak şekillenir beyin kıvrımlarımızda. Bu dünyadaki kendimizi ise korkak, azimli, hırslı, olgun, tembel, çekingen, utangaç, hırçın, çirkin, kibar, efendi, şımarık, yetersiz, herkese yeten, fedakar olarak görürüz ayna sandığımız mağara duvarlarında.
Ve bir gün dış dünyanın kapıları bize açıldığında bu dünya kiminin gözlerini kamaştırır, mağaraya kaçma isteği ve inkarı doğurur; kimine öğrendiklerini “doğrulamak” için harika bir alan açar; kimilerine de gölgelerden sıyrılıp renkleri görmek, hayatı ve kendini keşfetmek için fırsatlar sunar.
Herkes eşit koşullarda yaşamaz mağaralarında. Aile denen kapalı kutuların ardında erkekler, kadınlar ama en çok da çocuklar nasıl soluklanır kimse bilmez. Ailenin gelir ya da eğitim seviyesi, nüfus sayısı fark etmeksizin kimi çocuklar için duvarlarındaki gölgeler eğlenceli bir orta oyunu iken kimi çocuklar için boşluğun, ihmalin, incinmenin ta kendisidir. Dış dünya da herkeste varlığını eşit hissettirmez. Beslenememiş, ürkek, öfkeli, zayıf, tükenmiş çıkmışsanız mağaranızdan daha çabuk etkilenirsiniz dış dünya koşullarından.
Tek eşitlenebildiğimiz nokta, bize sunulan dünyanın ve kendimizin sorgulanabilir, değişebilir, dönüşebilir gölgelerden ibaret olduğunu; kendi renklerimizin, olabilirliğimizin içimizde paketlenmiş şekilde açılmayı beklediğini fark etmek…
Dünya verimli arazileri olduğu kadar çölleri de içinde barındıran, sıcak ya da soğuktan kavurduğu kadar yeşerten yüzünü de gösteren, bize karşı olmadığı gibi bizim yanımızda da durmayan bir yaşam alanı. Bu alanda kendimize bir yer açarken bazen bir sevgili, yakın arkadaş, öğretmen ya da terapist; bazen bir kitap, film ya da bir hastalık; bazen de kişinin kendisi tutar elinden. Fark etmek, düşünmek, düzeltmek, değiştirmek, dönüştürmek, denemek, tekrar tekrar denemek, tökezlemek, düşmek, tekrar tekrar fark etmek... Yaşamak(?)… Ölmek…
Sağlıkla…
Psikolog Gülşah ÖNCÜ
Ocak 2021/Gölcük