2 dakika okundu
12 Apr
12Apr

Senle beraber olsak da sevgilim,
Ayrılsak da, ölsek de bu yolda
Ömür boyu bağlansak da,
Sevinsek de üzülsek de
Yalnızlık ömür boyu…

Bu aralar kulaklarımda çok sevdiğim bu şarkı çalınıyor, mırıldanırken buluyorum sık sık kendimi: Yalnızlık ömüüüüüür boyuuuuuuu…

∞∞∞

Salgın günlerinde herkesin yalnızlıkla imtihanı başladı. Her oda, her koridor ona açılıyor sanki. Bildiğimiz çareler işe yaramıyor… Adeta yeni bir ayar arayışına girdik. Yeni çözümler ise zamanla yerleşecek gibi duruyor. Kimi sosyal medya basıyor yarasına, kimi birlikte yaşadığı bu kalabalık içinde neden yalnızlığım sızlıyor diye düşünüyor.

∞∞∞

Çürük bir dişin ince sızısı gibidir. Platonvari bir karşılaşmadır yalnızlık. Bu eski dostla karşılaşma, tatsız bir tortu bırakır arkasında…

Unutmak istediğimiz bir anının dost meclisinde hatırlatılmasıdır.

Kovarız, sızar; görmezden geliriz, dürter; seçimlerimizde dürter, her bahanemizde gizli zarf tümleci olur dürter…

Sabırlarımızın, katlanışlarımızın kaynağı, “keşke”lerimizin sinsi tanığıdır.

Tüm gücü ve zenginliği elde ettiğinde karşılaştığı boşluktur Yeşilçam artistinin…

Rüşvetli bir pazarlıktır, al bunu görünme deriz bir daha gözüme, bir müddet sonra çıkar yine sahneye. Sahne hala oyuncunundur ve oyuncunun kendisine çıkar…

İnkar edişimizin inkarıdır yalnızlık.

Çünkü;

Yalnızlığımızın inkarı içine doğduk, varlığını tanımadan sinsi sinsi taşıdık onu sırtımızda. Öyle bir inkar ki bu, içimizden söküp atmamız yetmedi, tüm insanlıktan kovaladık onu: Koca harflerle “Yalnızlık Allah’a mahsustur” yazdık ve kökünü kazıdık yeryüzünden!

Adem’i yalnız düşünemedik, öyle ya cennet bile yalnız çekilmezdi. Lilith ile birlikte yaratıldı Adem. Lilith gittiğinde ise dayanamadı bu acıya. Kaburgasından Havva’yı yarattı Tanrı, yalnızlığını hissetmesin diye. Oysa dedik ya bu koskoca bir inkardı. Bir olmadı Havva ile ve yükledi cennetinden edilmenin yükünü Havva’ya. Daha yeryüzüne inmeden yalnız olduklarını bildiler, bildiler ki, bir araya gelseler dahi, yıkansa da onları terk etmeyen ceplerindeki kırıntı gibiydi yalnızlık.

Her doğuş, Havva ile Adem’in inişi gibidir dünyaya. İki yalnız hücre ile başlar yolculuğumuz tek bir yalnız varlıkta son bulur. Doğar doğmaz aradığımız ilk şey onun memesi, sıcaklığıdır. O, bizizdir zaten, olmadığı durumlar, yani yalnızlık; ölümle birdir, dehşet içinde kayboluruz uzayda… “İşte” der doğa, “bunu hiç unutma; yalnızlık ölümdür”, büyüyünce de “yalnızlık ölümden beterdir” dedirtir bize ve Orhan Veli’ye: 

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana;

İnsan nasıl konuşur kendisiyle;

Nasıl koşar aynalara,

Bir cana hasret,

Bilmezler…

dizelerini yazdırır. Öyle yoğundur ki yalnızlık acısı, dile getirir harfleri şiirler yazdırır, şarkılar söyletir bize; gözümüzden, kulağımızdan süzülüverir de ruhumuzun o karanlık köşesine dokunur...

Gösterir kendini içimizde, biz inatla dönüştürürüz onu; her yalnız içimizdeki yalnızı dürter… Tahammülümüz yoktur yalnızı görmeye, çocuklarımıza kardeş yaparız; ya yalnızlıktan çok çektiğimiz için ya da yalnızlığımıza ilaç olduğu için…

Her yalnız biraz da kadehini bizim için kaldırmıştır, her şair bizim için de yazmıştır tamamlanmayı bekleyen dizelerini.

∞∞∞

Her gün “ilaç bulundu” haberlerini beklediğimiz pandemi günlerinde içten içe kanayan yaralarımız da ilaç bekliyor, salgın bitse de iyileşir mi yaralarımız eski yöntemlerle bilinmez.

Bir ümit…  

Belki de ağrıyor diye sürdüğümüz ilaçların kendilerinin içimizdeki yarayı azdırdığını keşfettiğimiz bir dönüşüme sebep olacak bugünler.

∞∞∞

Kant’ın baktığı pencereden bakmak yeni bir bakış açısı sunabilir bize: “Yaşam amacına uygun olarak düzenlenmiş bir varlıkta herhangi bir amaç için olan bir alet yoktur ki, aynı zamanda o amaca en uygunu, en uyarlısı olmasın.”

Doğa cimridir, tüm donanımımızı yaşamda kalma üzerine kurmuş ve bunda da oldukça tutumlu davranmıştır. Yalnızlığa karşı hassasiyetimiz de bundandır.

İnsan yalnız kalırsa doğada ölür, ötekine ihtiyacı vardır. Ondandır alınganlığımız, topluluk içinde kabul görüp görmediğimize, kalabalık içinde yalnız bırakılıp bırakılmadığımıza ilişkin ölçüp biçmelerimiz. Ayrılmak, terk edilmek, yalnız bırakılmak fiziksel acının beynimizde yaptığı etkiyi yapar ve uyarır bizi yaşama tutunmamız için. Yalnızsanız hayatla baş etmeniz zordur, hem kendinizi kollayıp hem dış dünyayı kendinize uyarlayamazsınız.

Yalnızlığa karşı alarmda olmak hayatidir. Oysa bugün yalnızlık ayağımıza takılır; yanlış alarm verir oldu. Başka başka şeyler birbirine karıştı. Başka başka şeylere doğa ananın armağanı olan yalnızlık korkusu eşlik eder oldu. Burada da doğa ananın başka bir hediyesi; akıl ile devam etme zorunluluğu doğdu.

∞∞∞

Psikiyatr Murat Dokur, “insanlar masumdur ancak ilişkiler masum değildir” der. Bu gerçekliğin idrakinde olup, bu korkumuzu ayıklayıp sadeleştirmedikçe ilişki içinde diğerinin insafına kalmış buluruz kendimizi. Yalnızlıksa korkumuz, yalnızlık çıldırtıcı ise, bu duyguyu hissettirmeyen bir ilişki ile yeni bir korkunun tutsağı da oluruz: Kaybetme korkusunun. Yalnızlığın evrim geçirmiş daha dayanıklı halidir ki, daha çok can acıtıcıdır ihtimali. Bazen karşı taraf daha iyi okur korkularımızı, kaçınmalarımızı, siner karşıdakine bu korkumuz. Kalbimizin başkasının elinde atması gibidir ayrılma, terk etme tehditleri… Sonsuzluk gibi uzun süren küslükler oyar içimizi… Hep yalnızlığımızdan vurulur, oradan kanarız bu ilişkilerin içinde.  İkili, üçlü, kalabalık yalnızlıklar içinde boğuşuruz…

İşte tam da burada bırakalım boğuşmayı… Bırakalım Seneca tutsun ellerimizden:

“Her şeyden önce olayları göründükleri kargaşalıktan soyutlamayı, her şeyin özünde ne olduğunu anlamaya çalışmayı unutayım deme; bu olaylardan kendi korkunun dışında korkunç hiçbir şeyin olmadığını göreceksin.” 

Yalnızlık değildir özünde bizi boğan misafir; kendimizden kaçışımızın paradoksudur; kendi başınalıkla yalnızlık korkusunun kısa devre yapmasıdır.

Yalnızlık korkusu kendi başınalığın yerine geçince bağlanır elimiz ayağımız:

Yalnızlık bize yokluğu çağrıştırır, olmayanı söyler. Kendi başınalık “var”dır. Boşluktan varlık çıkaramazken “var”a değer katma imkanı bile özgürleştiricidir.

İllaha da korkuysa bu, olsa olsa kendimizle kalmaktan, kendi kendimize olmaktan duyulan korkunun korkusudur. “Kimsenin olmadığı bir ormanda kırılan dal ses çıkarır mı?” sorusunun, “Kimsenin tanık olmadığı bir anı, yaşanmış sayılır mı?” sorusuyla yer değiştirmesidir.

∞∞∞

Kabullenelim ki son durağa kadar devam edecek bir yolculuğa tek kişilik alırız biletimizi. Bazı yolcular çok uzun süre bizimle birlikte ancak hangi durakta inecekleri belli değil.  Tüm yolcuları biz seçeriz, bazıları indi bindi yapar, bazıları ise yol bitmese, ineceği durak hiç gelmese tadında eşlik eder yola.  Bazen yolcunun hikayesi çeker bizi, bazen de uyumuş numarası yaparız.  

Rastgele yolcular çıkarsa karşımıza, geveze de suskun da olsa kötü de koksa, horlasa da “yol tek başına çekilmez” diye katlanırsak onlara, yolculuğumuz kendinden kaçısın öyküsü olur çıkar.

Oysa kendinden kaçışın öyküsü değil, kendi başına çıkılan bir yolculuktur hayat. Ve bu yolculuk kendi kendine kaldığında da yolun tadını çıkarıp, bavulunu, ceplerini rengarenk anılarla dolduran insanlara göredir. Nadir bulunsa da böyle insanlarla çıkılan yolculuklar inanılmaz keyiflidir.

Yolunun ve kendinin sorumluluğunu alan, diğerlerinden beklediği şefkati, aferini, sarıp sarmalamayı, “hadi yola devam et”i kendine verebilen insanın yolculuğuna dahil edildiğinizde sıradan, zoraki, mecburen kurulmuş ilişkilerden sıyrılır çok şey öğrenirsiniz onunla yollarda. Bu kişilerin yolculuğuna katılmak tüy gibi hafiftir. Varlığının ağırlığı yoktur üzerinizde ve “var”lığınızı hissedersiniz her durakta. Bu kişilerle ilişkiye başlamak da ilişkiden ayrılmak da öğreticidir.

Bir yolculuk ise hayat “birliktelik”, “kendi kendinelikten, kendi başınalıktan ve bu durumdan hoşnut olmaktan” sonraki duraktır. Durakları karıştırırsanız kayboldunuz demektir.

∞∞∞

“Senin birçoklarına benzememen gerekir, yeter ki kendi içine çekilmende bir tehlike olmasın. Yörendeki herkese tek tek bak: Kendi kendisiyle olmaktansa başka herhangi biriyle olmayı yeğ tutmayan kimse yoktur. ‘Kalabalığın içine girmek zorunda kaldığın zaman asıl, kendi içine kapan’, ama örnek insansan, huzurluysan, ılımlıysan yap bunu. Yoksa kendinden uzaklaşıp kalabalığın içine çekilmen gerek, bu halinle kötü insana daha yakınsın. (Seneca, Ahlak Mektupları)

Etrafımızdaki kalabalığa “Hayır hayır bir şeyim yok; iyiyim” der, ilk tek başımıza kalışımızda onu örten parçayı kaldırıp, yaranın etrafına ellerimizle şefkat verir, sakinleştiririz hem bedenimizi hem de ruhumuzu. Düşünmeden yaparız bunu. (Tabiat ana onu da koymuş pakete :)) Kimselere gösteremediğimiz yaralarımızın da aynı şefkate ve baş başa kalmaya ihtiyacı var.

O kadar doğaldır ki kendimize iyi gelişimiz… Bir şans daha vermeye değer…

Yazıma son söz yine Seneca’dan gelsin:

Senin hep neşe içinde olmanı istiyorum; bu neşeyi de kendi yuvanda bulmanı istiyorum: senin kendi içinde varsa ancak senin içinden doğacaktır bu neşe. Öteki sevinçler doldurmaz yüreğini insanın, alnındaki çizgileri silmez, hafif, gelip geçicidirler.

Sağlıkla…


Psikolog Gülşah Öncü

12.04. 2020/Marmaris





Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.