“Köyü tarafından sevilmeyen çocuk, sonunda o sevgi sıcaklığını hissetmek için köyünü yakar.”
Afrika Atasözü
Bu yazı filmin analizi hedefiyle değil, daha çok filmin sahneleri ve çağrıştırdıkları üzerinden; sevgi, ilk aşk, aile, kardeşlik, kıskanma, aile içi şiddet, ihmal, şiddet, yüzleşme, hesaplaşma, aile sırları, bastırılmış duygular ve travma temaları üzerine düşünmek ve tartışmak gayesiyle yazılmıştır.
"Nedir ki 'ben' dediğimiz şey? Sevdiklerimizi, sevip de yitirdiklerimizi, hayal kırıklığına uğrattıklarımızı, bizi hayal kırıklığına uğratanları, onca sevgimize, bütün yapıp ettiklerimize rağmen bizi yine de sevmeyenleri yine de elimizde, içimizde tutmak, onları öfkemizden koruyabilmek için; onlarla bir arada kalmak, onlar gibi, onlarla aynı olmak uğruna giriştiğimiz umutsuz çabaların toplamından, bu çabaların, daha ziyade, bir enkazı andıran sonucundan ibaret değilse nedir ki..?" Rahmetli hocamız İskender Savaşır’ın Freud’a atıfla kaleme aldığı bu uzun ve kıymetli alıntısıyla giriş yapmak istedim çünkü konuşacaklarımıza dair çok iyi bir “ben” zemini ve “aralığı” sunuyor.
Berkun Oya’nın senaryo ve yönetmenliğinde; Yılmaz Erdoğan, Nur Sürer, Funda Eryiğit, Olgun Şimşek, Okan Yalabık, Ayça Bingöl, Fatih Artman, Şevval Balkan ve İncinur Daşdemir’in yer aldığı şahane oyuncu kadrosuyla, Bir Başkadır’dan sonra yine “bir başka” güzel film ve oyunculukla buluştuk. Keşke sinemada izleme şansım olsaydı dediğim bir film oldu Cici. 1989’dan başlayıp 2018’e ve oradan da 2020’ye pandemi başına akan 30 yıllık bir aile hikâyesi izliyoruz. Aynı ailenin, anne babanın üç farklı çocuğuna ve hikâyesine tanıklık ediyoruz! 30 yılın muhasebesi de diyebiliriz. Kilitli kapılar ardında yaşananlar, travmalar, sırlar, derin yaraların açığa çıkması var bolca. Son dönemde “aile dizimi” gündeme epeyce oturmuştu. Pandemiyle birlikte psikoterapi hikâyelerini konu edinen diziler furyası başlamıştı. Cici’deyse bunların tümünü kapsayan bir hikâye var diyebiliriz. Güzel tarafı, bu araçları hikâyeleri gözümüze sokmadan, rahatsız etmeden sunması.
Hipnozun duayeni kabul edilen Milton Erickson terapi seanslarında; nostaljik öğeleri (çocukluktan objeler, oyuncaklar) kullanarak seanstaki kişinin savunmalarını zayıflatmayı, kişinin kendisini bırakabilmesini, çocuksu düşünebilmesini, hissedebilmesini sağlar. Berkun Oya da sinemasında buna benzer bir şeyi kullanıyor. Hem Bir Başkadır’da hem de Cici’de bu kullanımı bolca görebiliyoruz. Bu durum, bizi filmin içine daha çok çeken bir unsur olmakla birlikte; kendi hikâyemizle, evimizle temas etmemizi de kolaylaştıran bir imkân olarak karşımıza çıkıyor. Gezintisini tamamladıktan, mesajını verdikten sonra da pamuk gibi bizi “evimize” geri bırakıyor yönetmen.
Film, nostaljik TRT tanıtımı ile açılır. Sanki bir hemşirenin hikâyesini izleyeceğimiz mesajını en baştan verir bize. TV kapanır ve kapalı TV’de Havva’nın yüzünün yansımasını görürüz. Hemşire Havva’nın hikâyesidir bu film.
Anlatılan senin hikâyendir!
Bir Başkadır dizisi için alternatif isim “Anlatılan Senin Hikâyendir” olabilir diye düşünmüştüm. Galiba bu film için ve Berkun Oya’nın yapacağı sonraki tüm yapımlar için de aynısını düşüneceğim. Anasız babasız kalmış Cemil kendisine getirildiğinde “ben gibi bu da ha” diyen Bekir gibi belki açık yaşamıyoruz bağlarımızı, aktarımlarımızı ancak hikaye’miz her zaman kendini açığa vuruyor, bu filmdeki karakterler üzerinden gördüğümüz gibi.
Kendini eşine ve çocuklarına adamış Havva’yı izliyoruz, kızının hemşire olma arzusunu…
Yediği azara, fırçalara, dayağa rağmen karşı koyamadığı kamera tutkusu olan Kadir’i izliyoruz, annesinin “çekecek başka film bulamadın mı” dediği filmi neden çekmek istediğini ve neden çekemediğini…
Çocuk yaşta babasının “sen bizi bırakma, yaşlanınca bize bak emi” telkinini alan ve annesinin arzusu olan hemşireliği aslında bir “yük gibi” nasıl da yaşamak zorunda kaldığını göreceğimiz “acıların kadını” Saliha’yı izliyoruz, ilk aşkın ne kadar önemli olduğunu, unutulmazlığını…
Anasız babasız kalmış birinin önce çoban oluşunu, sonra da her şeyim dediği “seçilmiş ailesi” kabul ettiği kişileri kaybettikten sonra mezarlık bakıcısı olan sevdalı Cemil’in hikâyesini izliyoruz, yas tutmanın önemini, kıymetini…
İzlediğimiz her karakterle biz de kendi içimizdeki Bekir’le Havva’yla temas ediyoruz. Şanslıysak o hikâyeleri temize çekme imkânı yakalıyoruz. Terapide çalışmak ya da kendi başımıza halletmek üzere… Bir Başkadır’da karakterlerin çözülme ve iyileşmelerine tanık olabildik, bunda ise yalnızca karşılaşmaları vererek bırakmış Berkun Oya. Sanki; “hepimizin içinde böyle yarım kalan, soru işaretiyle duran, açılmak için zamanını bekleyen sandıklar yok mu” der gibi…
Kardeş kardeşin ne olduğunu ne öldüğünü ister!
Bu söz kardeşlik müessesini en iyi açıklayan sözlerden biridir. Bir diğeri “ileride başkalarına yapacağımız tüm kötülükleri önce kardeşlerimize yaparız” sözüdür. Başka bir yazıda kardeşliğe daha fazla değinebiliriz ancak bugün sadece filmdeki “kardeşlik” ilişkilerine bakış için insanlık tarihindeki ilk cinayetin, kıskançlık hikâyesinin başkarakterlerinin kardeşler olduğunu (Habil-Kabil) hatırlatarak bırakmak isterim.
Evin en küçük çocuğu Yusuf’un çocuğunun masada altına sıçması üzerine, ortanca kardeş Kadir’in “masada ne varsa yedi” tepkisini düşünelim. Ertesi günlerde de bu sefer; abla, ortanca ve küçük kardeş (üçü bir aradayken) Yusuf’un “daha sıçıcam ben dur” diyerek içeri gitmesi ve geri dönüp eski defterleri “saçmaya” devam etmesi. Zaten aynı Yusuf; eve ilk gelişi sırasında korona esprisi üzerinden “vakayı biz getirdik” der. Evde olmayan “vaka” korona değil, “ruhsal geçmişin travmalarıdır” (vakaları) ve onu da getirirler.
Baba Bekir, filmin başında ona teslim edilen Cemil’i “bir kardeş de bu size” diye tanıtır çocuklarına. Yusuf için çok problem değildir bu ancak sevdalı Saliha için ya da zaten sevilmeyen, ortada hisseden ortanca çocuk Kadir için durum hiçte öyle değildir.
Kadir’in bir sahnede şarkı söyleyen Cemil’i ıslatması da “ruhsal kardeşi öldürme” ve Habil - Kabil hikâyesine yine bir gönderme diye düşünüyorum.
Hafıza kaybı. Kayıtların silinmesi ve kayda alma çabası!
Islatma sahnesi çekilirken isim bölümünde “hafıza” yazıyor klakette. Hem Berkun Oya, hem de filmin içindeki çekilen filmdeki Kadir hafızanın karmaşıklığına atıfta bulunmayı ihmal etmemiş. Hatırladığımızla yaşadığımız aynı olmayabilir. Çoğu zaman da değildir zaten. Öyle hatırlamayı seçeriz. İşimize öyle gelir. Yankı Yazgan bir çizimini şu mesajla paylaşmıştı, hiç unutmam: “insanlar doğru olanı değil, canlarının istediğini yapar”.
“Sevdan olmasa” şarkısını söyleyen Cemil Kadir’e “ben bitti sandıydım” der. Kadir de “dur daha yeni başladık” der. Travmanın kapağı açılmıştır artık. Filminde Cemil’i oynatan Kadir sinirlendiğinde sırasıyla “abi, Cemil, kardeş” der sinirlenerek. Yine bir Habil – Kabil hatırlatması (kardeşi ortadan kaldırma). Bu davranışı doğallığıyla okuyabilen Cemil de “suyu sıkarım mı diyorsun” der. Bu sefer çocukluktaki gibi davranmaz ve sarılır Kadir. Tam ümitlenecek oluruz ki kameranın başına geçen Kadir kafasını yine “deve kuşu” misali kuma gömer (kamera örtüsünün altına).
Hafızayla ilgili diğer bir güzel sahne: “filmi bitiremiyorum” diyen Kadir’e Saliha ablası “niye ki çektiklerinde sorun mu var” der. “Çektiklerimiz” üzerinde yaşadıklarımıza, hatırladıklarımıza vurgu yapılması çok ince, çok güzel. Bazen direnç gösterdiğimiz bir konuda, durduğumuzda daha çok düşünmemiz gerektiğini söylüyor bu sahne bize. Kadir’in soruları şunlar olabilir kendisine: bu film bana neyi hatırlatıyor, ne yapmak istiyorum, neyi anlamak, ortaya koymak, çözmek istiyorum, duygum ne?
Hemşire olma arzusu olan Havva; yaşlılığında Kadir’in film setinden bir kamera parçası çalar. Tansiyon aleti gibi kullanır bunu. Yönetmenin bu aletle ilgili hafızaya göndermesindeki incelikse yine hayran bırakan türden. Normalde kameranın lenslerinden tozu, kiri temizlemek ve görüntüdeki oluşabilecek sorunları engellemek için kullanılıyormuş bu alet. Havva’nın elindeyse film akışı içinde geçmişte olanları netleştirmek ve hatırlamak için kullanılıyor. Salonun karanlık olduğunu hatırlaması, söylemesinde olduğu gibi…
Acıların kadını olmak!
“Neşeli mi bu şarkı!” diye sitem eder annesi Saliha’ya. Ne önemi var ki Saliha için. Tabi yalnızca onun için değil, izleyen bizler için de sanki öyle. Berkun Oya bu sahnede; sanki tam da şu dönemde millet olarak neye üzüleceğimiz, neye sevineceğimizi bilemediğimiz, bulamadığımız ve bulsak da “neyle” sevineceğimizi, üzüleceğimizi bilemediğimiz bir döneme parmak basmış. Mesela bakınız: Tarkan’ın “Geççek” şarkısı…
Acıların kadını olan Havva mı Saliha mı emin değiliz. Zaten birçok hikâyede böyle değil midir: “ben annemin mağduruyum, annem de annesinin…”.
Hemşire olmak. Sevmek. İyileştirmek. Kendini iyileştirmek. “Yarası olmayan şifacı iyileştirici olamaz” der Jung. Filmde de bunun içiçeliğine tanık oluyoruz. Hemşire olma arzusu olan Havva, kızına satar bu arzusunu. Saliha gerçekten hemşire olmaz ancak hayatı annesinin bakımıyla, onun hemşireliğiyle geçer. Çocukluğundaki babasının telkinini dinlemiştir, bırakmamıştır kardeşleri gibi onu.
Hemşire olmanın, insanlara, diğerlerine şifa, ilgi ve şefkat vermedeki madalyonun öbür yüzünde Havva’nın kendisine şefkat vermesi yatmaktadır. Filmin sonunda da zaten önce kızdığı ama sonra da kültürümüzde çocuklara sevmeyi gösterme için kullanılan “cici” ifadesiyle kendini sever ve belki de affeder.
Cemil’in “Nar Tanesi” türküsünü söylediği sahnenin çağrışımı ve filmin bütününde gördüğümüz, aradığımız, yorumladığımız sevginin biçimlerine dair bu sefer de Carl Gustav Jung’a kulak verelim: “Sevgi “her şeyi taşır” ve “her şeye dayanır”. Bu sözler gerekeni söylüyor. Bunlara bir şey eklenemez çünkü en derin anlamıyla, hepimiz ilk günden beri “sevgi”nin araçları ve kurbanlarıyız.”
Kuşaklararası Aktarım
"Travma olaylar değildir. Travma, Yunanca "yaralanmak" demek. Yani travma, taşıdığımız yara. Ve felaket olaylar olmadan da yaralanabilirsiniz. İnsanların size kötü bir şey yapmış olmasına gerek yok. Olması gereken iyi şeylerin olmaması da bizi yaralar. Mesela insanları vurarak yaralayabilirsiniz. Aynı zamanda insanlara su vermeyerek, yani ihtiyaçlarını karşılamayarak da yaralayabilirsiniz. Bu açıdan bakarsak, insanlar olarak belli duygusal ihtiyaçlarımız var. Bu duygusal ihtiyaçlarımız, toplum tarafından sadece karşılanmamakla kalmıyor, süregelen şekilde ezilip geçiliyor. Yani birçok çocuk sadece başına gelen olaylardan dolayı değil, olması gerekip olmamış olanlardan dolayı travmatize oluyor. Tekrar söylüyorum, travma başımıza gelen olaylar değil. Başınıza gelen olayların sonucunda içinizde neler olduğudur. Travmayı bedeninizde de yansımaları bulunan "içsel bir yara" olarak tanımlamak onu iyileştirmeye yardımcı olur." Gabor Mate
Bir düşünelim “içimizde neler var”, “ruhsal yaralarımız neler”, “varsa bu yaralar gündelik yaşamımıza, ilişkilerimize nasıl sirayet ediyor”, “yaşamımda tekrar eden ve kıramadığım zincirler var mı”, “bu zincirlere neden olan yaralarım olabilir mi”… Bu sorulara cevap bulmak ve sonucunda da “iyileşmek” düşündüğümüz kadar kolay değildir ancak psikoterapi tam da bunun için vardır.
Bu bağlamda torun Naz’ın hikâyesi de yukarıda vurguladığımız gibi “ben annemin mağduruyum annem de annesinin” hikâyesidir. Bu da kiloluydu bu yaşlarda der Kadir kardeşi Yusuf için. Yusuf’un çocuğunun taşıdığı kilolar; babasının o yaşlarda babasını kaybetmesi ve sonrasında aldığı kiloların hikâyede tekrar kendini hatırlatması olabilir mi diyor yönetmen? Eşi de ekler “babayı kaybedince aldım diyordun” der; sanki o da kötü giden evlilikleri nedeniyle kendi çocuğunun da –boşanma gibi bir nedenle- babasını kaybetme endişesi taşıdığını mı dile getiriyordur?
Torun Naz, dayısına yardım için çektiği kamera arkası video görüntülerin olduğu kameranın kaybolduğunu duyması üzerine “kayıp mı gerçekten benim çektiklerim” der. Sanki burada da; Naz’ın ruhsal olarak çektiği acıların, aileden gelen mirasla taşıdığı duyguların “kayıp” duygusu olduğu vurgulanır. Babayı kaybetme, eşi kaybetme, ilk aşkı kaybetme, çocukluk evini, hatıralarını kaybetme. Bu kaybın enkazına doğmuş bir çocuk Naz.
Baba düştü!
Kadirin eğitim konusu konuşulurken ne olacağını bilememesi üzerine baba Bekir’in onla dalga geçmesi üzerine Kadir’in babasına müthiş öfkeli bakışını hatırlayalım bu başlıkla.
Yusuf eve dönerken oğluna “üşüdün mü bir şey vereyim mi diye” soruyor. Ve “önden ben bir gidip bakayım vaziyet nedir, kötü bir şey olmasın” diyor. Yine hafızanın bizle oyununu görüyoruz. Yusuf’un o anlarda hatırladığı çocuk yaşta babasının kaybı, zorluğu ve soğuğu aslında bu yaz gününde.
Havva’nın gençliğinden yaşlılığına geçişte oyuncu seçiminde yine hayran bırakıyor yönetmen. Nerdeyse oyuncunun değiştiğini Funda Eryiğit yerine Nur Sürer’in geçtiğini değil; makyajla Havva’nın yaşlandırıldığını düşünüyoruz. Diğer taraftansa oyuncuların değişmiş olmasına karşın hatıraların da olduğu gibi hafızalarda duruyor olduğu gerçeğini gösteriyor.
Bekir’in hastalanması üzerine salondaki sahnede dengeler değişmiştir. Öncesinde TV başında tek başına eğlenen Bekir’i görürüz sıklıkla. Bu sahnedeyse artık çocuklar mutlu, anne mutlu, bir tek Bekir mutsuzdur. Red Kit izliyorlardır, kurtarıcı gelmiştir. Sonrasında TRT yayını girer tekrar sahneye. Takımların 2-2 berabere kaldığını ve Gençlerbirliği’nin şampiyonluğu garantilediğini söyler spiker. Nedir bu: Bekir’in kaybedeceğinin en baştan ilanı mı?
Üç haftadır hasta yatıyordur Bekir ama doktor istemez: “doktorluk bir şey yoktur” der. Nedir doktorluk olmayan, bilinçdışı sezilen iktidarının elinden alındığı mı gençler tarafından, ve adeta bunun kabulünü anlatır hastane odasında “bu yataktan kalkamamak da var” diyerek…
Hamama gitmek üzere, küçük Yusuf kaldırır onu yataktan. O halinde bile Kadir’i kötülüyordur. Ancak ince bir nüans vardır orada. Ona araba öğreteceğini söylerken “önce abine öğreticem sonra sana” der. Kadir için iyi bir şeyler istediğini, şefkat gösterdiği ama Kadir’in göremediği bir detaydır bu.
Ve baba düşer, Yusuf “baba düştü” diyerek annesine koşar. Yusuf isminin sözlük anlamlarından biri de “inleyen, ah eden” demekmiş. Filmde en çok “ah eden” de Yusuf sanki. Burayı da daha sonra “babalık” başlığında bir yazıyla daha fazla açacağız. Şimdilik meraklıları için: babayı öldürmek, babayı aşmak, babanın yerine geçmek, babayı ruhsal öldürmek, Kral Oidipus hikâyesi anahtar kelimelerini verelim.
Ne mutlu yas tutanlara!
Islatma sahnesinin yeniden çekimini izleriz. Hikâye Kadir tarafından filme (temize) çekiliyordur.
Setteki görevli “güneş çıktı, ışık tutmayacak, sonra kullanamayabilirsin, zor bağlarsın” der ve gider. Sahiden de dediği gibi olur, zamanla “her şey” açığa çıkar ve Kadir bir türlü bağlayamaz filmi.
Bazı sahnelerde daha en baştan geleceğe dönmemiz ve geri gelmemiz. Zihnimizin bazen bir anıyı anımsaması ama geri dönmesi gibi değil mi. Her şey bir anda oluyor aslında. Yaşandı ve bugünü etkiliyor. Farkındaysak ne mutlu ya da ne yaslı diyebiliriz. Yas tutmak, yas sahibi olmanın önemini de gösteriyor bize bu film.
"İnsanın köklerine sırtını dönmesi orta yaşlarda daha belirgin hale gelen ve geri dönüşü olmadığı için maskelemeye çalışılan bir yas ve boşluk duygusunun yaşanmasına neden olmaktadır" der Engin Geçtan.
İncil’de “Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli edilecekler.” diye geçer. İyileşmenin başlangıcıdır, ilk adımıdır yas.. Yas tutul-a-madığında sürekli kanayan bir yara halini alır bu filmdeki karakterlerin yaşadığı gibi. Hayatın patinaja girmesi halidir yasın tutulamayışı.
“Terapide hala seni anlatıyorum” der Saliha. Sahnenin cümlenin başında önce Cemil’i sonra da yataktaki uyuyan annesini göstermesi nedeniyle bizde: terapiste anlattığının aslında kim olduğu sorusunu uyandırır. Cemil’i mi yoksa annesini mi anlatıyordur? Cemil’in yası tutulmuş mudur? Samanlıkta Cemil’in ona ilk dokunuşunda kullanılan “İstiklal Marşı” ve “korkma” nidası aynı tonda sürmüyor mudur Saliha’da?.. Yine bu sahneden hareketle şunu da sorgulayabiliriz Saliha için ilk aşk Cemil midir yoksa hala anlattığını söylediği annesi midir? Cevap hepimiz için öyle değil midir?
Affetmek ve unutmak mümkün mü? Şart mı?
İster Kadir,’e Saliha’ya, Yusuf’a, Cemil’e bakarak düşünelim istersek de Bekir’e, Havva’ya bakarak söyleyelim; çocuk dünyaya getirmek, çocuk yetiştirmek, sağlıklı çocuk yetiştirmek hafife alınacak bir konu değil. Buradan “bu dünyaya çocuk getirilmez” gibi mottolara değil; aksine getireceğimiz dünyanın farkında olmak, nereden geldiğimize bakma cesareti göstermek, çocuğumuzun yaşadıklarında bizim aile hikâyemizin miraslarının kırıntıları olabileceğini hesaba katmak ve önümüze, kaşığımıza geliyorsa anlamlandırmayı söyleyebiliriz, makul buluruz.
Aile tarihimizden gelen kuşak geçişli “yaraları” da taşımak zorunda değiliz; yetişkin halimizle çocukluğumuzun yanağını okşayıp Havva gibi “cici” diyerek sevebilirsek bir şeyleri değiştirebilir ve dönüştürebiliriz.
Bir sahnede Cemil “tam zamanı şimdi” der Saliha’ya. O anda oğlaktan, yemekten bahsediyordur ancak bilinçdışı aslında neyin “tam zamanı” olduğunu söylüyordur ve Saliha bunu neden duyma cesareti göster-e-miyordur? Ve zaten giderken ona masadan kalan kahvaltılıkları özensizce yolluk olarak verir. Zihnindeki Cemil hala çocuktur, yemek yapamıyordur…
“Ani kaybettik, kolay kolay hasta olacak adam değil” diye anlatırken abiyi suçlar gibi konuşur Yusuf. Konuşulamayan, konuşulmamış akmaya çalışıyordur bilinçdışından sofraya.
“Ne seni suçlayabiliyorum ne de affedebiliyorum der” Saliha anneye. Belki de suçlamak ya da affetmek değildir ihtiyacımız olan. Bunu da ancak Saliha kendi terapisinde bulabilir ve aynı şey bizim için de geçerlidir. Terapi odasında da sıklıkla yankılanan sorudur bu “sizce artık affetmeli miyim”? Zor bir soru ve konudur bu. Önemli olan anlam verebilmektir. Ruhsallıklarımızın biricikliğini düşündüğümüzde bize affetmek ya da affetmemenin gerekliliğini kimse söyleyemez sanırım, en doğru cevabı kendi içimizde bulabiliriz. Zamanı geldiyse ve ona bakma cesareti, kararlılığı gösterebildiysek…
Oktay Şılar, yas tutmanın önemini şöyle ifade eder: “Dünyadan (kaybettiğimizden) alacağımızı tahsil etmenin ya da borcumuzu ödemenin bazen yolu yoktur. Bu da insan olarak her şeye muktedir olmadığımızı, bazen mümkün tek yolun yas tutmak olduğunu hatırlatır.”
Aynalar yalancıdır!
“Bu dünyada hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil. Her şey, hatırlandığı gibi.” Demiş Barış Bıçakçı. Filmde rolünü oynayan yaşlı anane Havva, Kadir’in hikâyesini beğenmez, ben babanın kamerasıyla biz bize bizi çekeceksin sandım der. Ve senaryo itirazına film bu anne diyen Kadir’e “gördük biz bu filmi” der. Aynalar yalancıdır çünkü bize olanı değil kafamızın içindeki gösterir. Bunu en iyi şu zamanlarda görür, fark ederiz. Kendimizi iyi hissettiğimiz bir gün karşılaştığımız, bizi tanıyan bir yakınımız “neyin var kötü görünüyorsun” der ya da tam tersi bir durum. İçimiz kötüdür, dışımızdakiler bunu fark eder söyler ancak biz aynada bütünlüğümüzü bozmayarak kendimizi “iyi maskemizle” görürüz.
Zaten filmde de koronaya karşı bir tek Cemil maske takıyordur evde. “Sürekli açık havadayım, bizde hastalık olmaz gerçi” cümlesini de kurmasına karşın Cemil’in maske takmaya devam etmesine ailecek karar verilir. Ruhsal bir sahnedir yine buradaki. Maske indiğinde tatsız gerçek o kahvaltı sofrasına gelecektir. O anda Havva Cemil’e niye saldırmıştır bilmiyorum. Belki de tüm bu hikâyenin eve onun gelmesiyle bozulduğunu düşünüyor ve onu suçluyor olabilir Havva, kimbilir?
Maskeler işi çözer mi?
“Maske bu işi çözdü dediler” der Cemil bir sahnede. Burada da sanki hem koronaya hem de ilişkilere dair ince bir gönderme var.
Aile evine ikinci gelişlerinde Yusuf’a annesi için “çıktı yani bakımevinden” derken Kadir bu cümleyi sanki hapishane gibi tonlar. Kamera arkası kayıtlarında Naz’ın çektiklerinde izlediklerinden ötürü annesinin olması gereken yerin bakımevi değil cezaevi olmasını mı düşünüyordur?
“Çekecek başka bir şey bulamadın mı?” sitem eder Havva oğlu Kadir’e. Neyi çekeriz sahiden, çekilecek şeyi nereden buluruz? Bu sahne de bilinçdışının aslında nasıl da hayatın içine, ilişkilerimize sızdığının bir göstergesidir.
Kadir babasının onu cezalandırması ve ıslatması sonrası eve titreyerek girerken, baba Bekir TV’de “bastır Âdem” nidalarını işittiğimiz “Postacı” filmini kahkahalarla izlemektedir. Yine burada da bir Âdem - Havva hikâyesine gönderme görüyoruz.
Geçmişle yüzleşme!
Filmin başında salondaki ocağın ateşinin söndürülmesiyle olaylar trajik bir hale dönerken ve film boyunca ailenin yaşadığı sıkıntının kaynağı olarak bu söndürülen ateşi gördük sanırım. Yönetmen filmin sonunda jenerik akarken o ateşi yakmış ve alevini, çıtırtısını, sıcaklığını bizle paylaşmış; umutsuz bitirmek istememiş sanki.
Film bitti, hikâyeyi öğrendik. Peki, şimdi ne olacak? Ne yapacak karakterler? Saliha’nın terapisi nasıl ilerleyecek? Cemil’i arayacak mı? Tüm bu sorularla bizi yalnız başımıza ateşin başında o boş salonda bırakıyor yönetmen. En başta da söyledim “anlatılan senin hikâyendir” diyor olabilir ve asıl düşünmemiz gereken de Saliha’nın, Kadir’in, Cemil’in ne yapacağı değil bizim –hikâyemizle- ne yapacağımızdır diyor sanki.
Oruç Aruoba’nın “yakın” isimli kitabından bir alıntıyla ve “ateşinize sahip çıkın” dileğimle bitiriyorum yazımı: “Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama, kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir. Bu yüzden, ateşini 'beslemen' gerekir : tam zamanında, tam yerine, yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe yüztutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen — bir sürü düzenleme, ayarlama… Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner… Ateşinden sorumlusun.”
Psikoterapist Şamil Saribaş
Aile ve Çift Terapisti